31 Mayıs 2016 Salı

Madem Ölüm Öldürülmüyor Ve Kabir Kapısı Kapanmıyor..

Esselamün aleyküm .

 Üstad Hazretlerinin "elbette hayattan ziyade bir istediği var" dediği ölüm . Ölüm bizden ne istiyor ? Dersimizi birlikte anlamaya çalışalım inşaallah.

*******

Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberinin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat’î ve zâhirdir ki, bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir; öyle de, bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kàfilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.

İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacak hülâsası şudur:

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir. Evet, çaresi var ve Risale-i Nur Kur’ân’ın sırrıyla o çareyi, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Kısacık hülâsası şudur ki:

Ölüm ya idam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberi bir temsil ile ispat etmiş.

Meselâ, bu hapsin bahçesinde asmak için darağaçları konulmuş ve onların dayandıkları duvarın arkasında gayet büyük ve umum dünya iştirak etmiş bir piyango dairesi kurulmuş. Biz bu hapisteki beş yüz kişi, herhalde, hiç müstesnası yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar. Ya “Gel, idam ilânını al, darağacına çık” veya “Daimî haps-i münferit pusulasını tut, bu açık kapıya gir” veyahut “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış. Gel al” diye her tarafta ilânatlar yapılıyor.

Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar. Bir kısmın asıldıklarını müşahede ediyoruz. Bir kısmı da, darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasındaki piyango dairesine girdiklerini, orada büyük ve ciddî memurların kat’î haberleriyle görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishanemize iki heyet girdi.

Bir kàfile ellerinde çalgılar, şaraplar, zâhirde gayet tatlı helvalar, baklavalar var. Bizlere yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidir, insî şeytanlar içine zehir atmışlar.

İkinci cemaat ve heyet, ellerinde terbiyenameler ve helâl yemekler ve mübarek şerbetler var. Bize hediye veriyorlar ve bil’ittifak beraber, pek ciddî ve kat’î diyorlar ki:


“Eğer o evvelki heyetin sizi tecrübe için verilen hediyelerini alsanız, yeseniz, bu gözümüz önündeki şu darağaçlarda başka gördükleriniz gibi asılacaksınız. Eğer bizim bu memleket hâkiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabul edip ve terbiyenamelerdeki duaları ve evradları okusanız, o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dairesinde ihsan-ı şâhâne olarak herbiriniz milyon altın biletini alacağınızı, görür gibi ve gündüz gibi inanınız. Eğer o haram ve şüpheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmaya gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler müttefikan size kat’î haber veriyoruz” diyorlar.

İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında, mukadderat-ı nev-i beşer piyangosundan ehl-i iman ve tâat için—hüsn-ü hâtime şartıyla—ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimalle; sefahet ve haram ve itikatsızlık ve fıskta devam edenler—tevbe etmemek şartıyla—ya idam-ı ebedî (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferit (bekà-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilâmını alacaklarını yüzde doksan dokuz ihtimalle kat’î haber veren, başta ellerinde nişane-i tasdik olan hadsiz mu’cizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamberler 1 ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşfle, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüz yirmi dört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrârehüm) ve o iki kısım meşâhir-i insaniyenin haberlerini aklen kat’î burhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle, fikren ve mantıkan yakînî bir sûrette ispat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler, (HAŞİYE) müçtehidler ve sıddîkînler, bil’icmâ, mütevatiren nev-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üç cemaat-i azîme ve bu üç taife-i ehl-i hakikat ve beşerin kudsî kumandanları olan bu üç büyük ve âlî heyetlerin fermanlarıyla verdikleri haberleri dinlemeyen, ve saadet-i ebediyeye giden onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde gitmeyenler, yüzde doksan dokuz dehşetli tehlike ihtimalini nazara almayan ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu bırakan, başka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti şudur ki:

İki yolun—hadsiz muhbirlerin kat’î ihbarları ile—en kısa ve kolayı ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandıranı bırakıp en dağdağalı ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde, dünyada iki yolun, birtek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal-i tehlike ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz—yalnız zararsız olduğu için—uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoş divaneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor.

Madem hakikat-i hal budur. Biz mahpuslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için, o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasıl ki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat sefahet lezzetleriyle, bu musibet bizi on beş ve beş ve on ve iki üç sene bu hapse soktu, dünyamızı bize zindan eyledi; biz dahi bu musibetin rağmına ve inadına, bir iki saat müddet-i hapsi bir iki gün ibadete ve iki üç sene cezamızı, mübarek kàfilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene bâki bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste cezamızı milyonlar sene Cehennem hapsinden affımıza vesile edip, fâni dünyamızın ağlamasına mukàbil, bâki hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishaneyi terbiyehane gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, câni ve eşkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne Allah’a şükretsinler.


1 : Müsned: 5:178, 179, 246; Zâdü’l-Meâd: 1:43-44.
(HAŞİYE) : HAŞİYE O muhakkiklerden tek birisi Risale-i Nur’dur. Yirmi senedir en muannid feylesofları ve mütemerrid zındıkları susturan eczaları meydandadır. Herkes okuyabilir ve kimse itiraz etmez.


Asa-yı Musa

"Baktım ki, ben bir cenazeyim, üç mühim büyük cenazenin başında duruyorum."


Bir zaman rabıta-i mevtten ve  kaziyesindeki tasdikten ve âlemin zeval ve fenâsından gelen bir hâlet-i ruhiyeden, kendimi acip bir âlemde gördüm. Baktım ki, ben bir cenazeyim, üç mühim büyük cenazenin başında duruyorum. (Onbirinci Lema)

Üç mezardan birincisi:

Üstad'ın kendi şahsi hayatı ve şahsi hayatına taalluk eden eş dost, akraba, ahbaplardan ölmüş olanların başında bir mezar taşı olduğunu söylüyor. Her insanın kendine ait hususi bir alemi vardır ve bu alemle alakadar, hususi yakınları vardır. Bunlar da ölüp gitmeye mahkumdur. Öyle ise bu hususi alemi mezar olarak kabul edersek, insanın cismi de bu mezarın taşı hükmündedir.

Üç mezardan ikincisi:

Dünya büyük bir mezarlık ve içinde bulunan bütün hayat sahipleri ise bu mezara girmeye mahkumdurlar. Birincisine nispeten daha geniş ve umumi bir dairede ölümün hakikatini tefekkür ediyor. Üstad'ın döneminde yaşayan bütün canlıların hepsinin mezarında, Üstad'ın cenazesi, bir mezar taşı hükmündedir.

Üç mezardan üçüncüsü:

Bütün kainatın kıyamet vaktinde ölümünü, gelmiş gibi düşünüp, her şeyin ölümle silinip gittiğini tefekkür ediyor. Bütün kainat büyük bir mezar hükmünü aldığını ve kendisinin de bu mezarlıkta bir nokta gibi olduğunu düşünüyor. Çaresizlik ve yeis içinde iken, iman ve Kur’an imdadına yetişerek, o haletten nasıl kurtulduğunu ve ölümün hiçlik ve yokluk olmadığını anlatıyor.

Özetle, bu üç mezardan  biri şahsının mezarı, biri bütün canlıların mezarı, biri de bütün kainatın mezarı şeklinde anlayabiliriz.

Her kış vefat eden Üçyüzbin mahlukat ölümü hatırlatmıyor mu?

 RİSALE-İ NUR (ONUNCU SÖZ'ÜN DOKUZUNCU HAKİKATI)

Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca arzı ihyâ eden ve o ihya içinde, herbiri beşer Haşri gibi acib, üçyüzbinden ziyade envâ-ı mahlûkatı haşr ve neşr edip kudretini gösteren ve o haşr ve neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihâta-i ilmiyesini gösteren ve bütün Semâvî fermanlariyle beşerin Haşrini vâdetmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyeye çeviren ve bütün mevcûdatı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i Rubûbiyyetini gösteren ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi, ve en nâzik ve en nâzenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp kendine muhatap ittihaz ederek her şey'i ona musahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm; Kıyâmeti getirmesin. Haşri yapmasın ve yapamasın. Beşeri ihyâ etmesin veya edemesin. Mahkeme-i Kübrâyı açamasın; Cennet ve Cehennem'i yaratamasın? Hâşâ ve kellâ...

            Evet, şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşânı, her asırda, her senede her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde Haşr-i Ekber'in ve meydân-ı kıyâmetin pek çok emsâlini ve nümunelerini ve işârâtını îcad ediyor. Ezcümle: Haşr-i baharîde görüyoruz ki; beş-altı gün zarfında küçük ve büyük hayvânat ve nebatattan üçyüz binden ziyade envâı haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iâde ediyor. Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde îcad ediyor. Halbuki, maddeten farkları pek az olan tohumcuklar, o kadar karışmışken kemâl-i imtiyaz ve teşhîs ile, o kadar sür'at ve vüs'at ve sühûlet içinde kemâl-i intizam ve mîzan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki: Bu işleri yapan zâta bir şey ağır gelebilsin; Semâvat ve arzı altı günde halkedemesin, insanı bir sayha ile haşredemesin! Hâşâ....

Acaba: Mu'ciznümâ bir kâtip bulunsa, harfleri, ya bozulmuş veya mahvolmuş üçyüzbin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette bir saate yazarsa; birisi sana dese: Şu kâtip, kendi te'lif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını yeniden, bir dakika zarfında hâfızasından yazacak. Sen diyebilir misin ki: Yapamaz ve inanmam.

            Veyahut bir Sultan-ı mu'cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır memleketleri tebdil eder; denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde, sonra görsen ki: Büyük bir taş dereye yuvarlanmış. O Zâtın kendi ziyâfetine dâvet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: O Zât, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak. Misafirlerini yolda bırakmayacak. Sen desen ki: Kaldırmaz veya kaldıramaz...

            Veyahut, bir Zât bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: O Zât, bir boru sesiyle, efrâdı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizâmı altına girerler. Sen desen ki: İnanmam! Ne kadar divânece hareket ettiğini anlarsın...

            İşte şu üç temsili fehmettin ise, bak: Nakkaş-ı Ezelî gözümüzün önünde Kışın beyaz sahifesini çevirip, Bahar ve Yaz yeşil yaprağını açıp, rûy-i Arzın sahifesinde üçyüz binden ziyâde envâı, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, sûretce birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz. Yanlış yazmaz. Evet, en büyük bir ağacın ruh programını, bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak denilir mi? Hem, hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını, bütün cesedlerinin taburlarında, kemâl-i intizamla zerrât-ı emr-i  كَنْ فَيَكُونَ   ile kaydedip yerleştiren, ordular îcad eden Zât-ı Zülcelâl; tabur-misâl cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esâsiye ve eczâ-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir denilir mi?

            Hem, bu Bahar haşrine benziyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde, hattâ cevv-i havada bulutların îcad ve ifnâsında haşre nümune ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ, eğer hayâlen bin sene evvel kendini farzet-


sen. sonra zamanın iki cenahı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler, adedince misâl-i haşir ve kıyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümûne ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, Haşr-i cismâniyi akıldan uzak görüp istib'ad etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın. Bak! Fermân-ı A'zam, bahsettiğimiz hakikata dair ne diyor:
فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا  اِنَّ ذَالِكَ  لَمُحْيِى الْمَوْتَى
وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Herbir şehri yüzlerce defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati

Herbir şehri yüzlerce defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati 

Ölüm o kadar kat'î ve zahirdir ki; bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasılki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de: Bu zemin yüzü / yeryüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.

Bir İstanbul'u düşünün, yüzlerce yıldır yeryüzünde insanlar sürekli değişiyor. Her yüzyıl beraber yaşadığı insanlar gidiyor, yerlerine tamamen farklı insanlar geliyor. Bu tazelenme ile her bir şehir yüzlerce şehir meydana getirmiş oluyor. Fakat asıl şehir hiçbirisine hiçbirimize kalmıyor. Ve bizden sonra da bu şehir yine tamamen boşaltılacak ve yerlerimize yeni insanlar getirilecek. Ve Ölüm hakikatı her yüzyıl milyarlarca insanı yeryüzünden tamamen silmeye devam edecek.

Evet herbir şehir EL MEVTÜ HAKKUN (ÖLÜM HAKTIR) hükmünü tasdik etmektedir.

İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacık hülâsası şudur:

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabirde tek başına hapisten kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin üstünde bir endişesi, bir mes'elesidir. Evet çaresi var ve Risale-i Nur Kur'anın sırrıyla o çareyi iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmiş. Kısacık hülâsası şudur ki:

Ölüm ya i'dam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akrabalarını asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir.

Ve kabir ise, ya karanlıklı   tekbaşına bir hapis ve dipsiz bir kuyudur veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Bu hakikatı "Gençlik Rehberi" bir temsil ile isbat etmiş. (Asa-yı Musa s. 13den)…

Evet gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasılki bu yaz ve güzün sonrası kıştır. Öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, dalalet ve sefahet ehlinin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru' haram keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.

27 Mayıs 2016 Cuma


ÖLÜM HAKTIR


"İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi,rabıta-i mevttir. Evet ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel (uzun arzu ve planlar) olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir .Yani: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.
Evet ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat, Kur'an-ı Hakîm'in, ("Bütün nefisler ölümü tadacaktır" ve "Sen de ölüsün, onlar da ölüdürler") gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında (terbiyelerinde) esas tutmuşlar; tul-i emelin (uzun arzuların) menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti (ebedi yaşama zannını) o rabıta ile izale etmişler.
Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer.
Bu rabıtanın faydası pek çoktur. Hadîste ... "Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!" diye bu rabıtayı ders veriyor.
...Evet hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının ölümünü gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse,asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme yol açar." (21. Lema)
Bediüzzaman Hazretleri'nin Eski Said'den Yeni Said'e geçmesine de ölümü çokça tefekkür etmesi vesile olmuştur. O dönemlerde Allah'a münacat tarzında yaptığı gayet hüzünlü bir tefekkürünü nefislerimize bir hisse almak ümidiyle buraya alıyoruz:
"Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! Benim sû'-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi' olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır.
Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gayet sür'atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum.O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.
Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat'î bir yakîn ile anladım ki; hêliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! (Bütün gelecekler yakındır) sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki:Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar!
İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle!
İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi'ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce' ve mence' yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir.
İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib'in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum.
Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru' ve niyaz eder.
Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..

(Ya RAb, Senden başka İlah yoktur. Sen birsin. Senin ortağın yoktur. Dünyada son söz ve ahirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki Allah'dan başka İlah yoktur. Ve şehadet ederim ki, Muhammed Allah Resulüdür sav.)" (12. Nota)

    El mevtü hakkun!!! - öleceksin ölüm Hakktir ( DINLEYIN)

                         

24 Mayıs 2016 Salı

Bir mikroba yenilen insanoğlu değil miyiz?


Evet ölümü düşünmek, aklımıza getirmek için Allah cc bizleri bir mikropla bile uyarabiliyor.
Bir sineğe ve mikroba mağlup olan insanın derhal tevbe edip aklını başına alması lazımdır ki, dünya ve ahiret mutluluğunu kaybetmesin. Ölümün kendisine ne kadar yakın olduğunu asla unutmasın.
Zatında insan, et ve kemikten ibaret, çürümeye mahkûm zayıf bir mahlûktur. Bazen bir sivrisineğe bir mikroba mağlup olur ve bu kadar aciz, güçsüz bir varlıktır insan. Fakat kibir ve gururları onları sonsuz derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba mağlup olan mutlak aciz bir varlığı mutlak kudret sahibi zannederler.Fakat şunu görmeli ve anlamalı ki Gözle göremediği mikroba mağlup olan insana zehirli bir sineğin eliyle şifalı ve tatlı balı yediren Rahmet-i İlahiyedir. Herşeye ve herkese hükmü geçen O'dur. O zaman daha neyi bekliyoruz ki...

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Ölüm nimettir, bir yaratılmadır.


Furkan-ı Hakîmde, اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً  1 gibi âyetlerde, "Mevt dahi hayat gibi mahlûktur; hem bir nimettir" diye ifham ediliyor. Halbuki, zâhiren mevt inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü'l-lezzâttır. Nasıl mahlûk ve nimet olabilir?

Elcevap: Birinci sualin cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.

Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan, o mevt onların hayatından daha muntazam ve mahlûk denilir.

İşte, en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette, yeraltına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir.

Amma mevt nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz.

Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzâd edip,yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs'atli, sürurlu, ıztırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle, Mahbûb-u Bâkînin daire-i rahmetine girmektir.

Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran birçok esbab vardır ki, mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir. Meselâ, sana ıztırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validenle beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir-hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de, nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevk eden belâlarla müptelâ olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. Amma ehl-i dalâlet için, müteaddit Sözlerde kat'î ispat edildiği gibi, mevt dahi hayat gibi nikmet içinde nikmet, azap içinde azaptır; o bahisten hariçtir.