Aziz Kardeşlerim;
Gelelim insanın ölüm anındaki usul nedir?… Melekül mevt (ölüm meleği), hükmü altındaki meleklerle beraber gelir. Cafer-i Sadık (r.a) buyurduğu gibi; Melekül mevt, ruhu kabzettikten sonra evde bağrış-çağrış olunca kapının halakasını tutar da:
- Bana bir bahane bulmayın, ben bir emir kuluyum. Allahü Zülcelâl’in takdiridir. Benim zûlmüm değil, ne ecelinden ne de rızkından eksiklik yapmadım. Siz sanmayın ki bu ilk ya da son gelişimdir.Nerede bir aile birikintisi var ise 5 namaz vaktinde gelir kontrol ederim.
Onun için namaz kılanların ruhunu kabzederken melekül mevt şeytanı yaklaştırmaz, bu bir avantajdır.
Melekül mevt için, ruhlarını kabzedecek olduğu tüm insanlar sanki bir sofra gibi gözünün önündedir. Vakti geldiğinde ruhu mıknatıs gibi çeker alır… Evvelâ on tane melek, ruhu ayaklarının baş parmaklarından başlamak suretiyle dizlerine kadar getirir. Diğerlerinden bazıları dizden göbeğe kadar getirir. Diğerleri de gargaraya kadar, yani boğaza kadar getirirler. İşte kulun tevbesinin kabuliyyeti, ruh bu gargaraya gelinceye kadar geçerlidir. Bu Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine tanınan bir haktır. Müsebbibi de Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) efendimizdir. İşte bu ruh gargaraya gelince makamını muâyene eder, makamını görür, yarar veya zarar. Cennet ya da cehennem. İşte can buraya gelinceye kadar yapılan tevbeler geçerlidir. Bundan sonra iman da tevbe de geçersizdir. Ruh çıkarken son nefeslerinde “hır, hır” demeye, bu şekilde ses çıkarmaya başlar. İşte o an ruh gargaraya gelmiş demektir. Ruh o hale gelince, alınmaya hazır hale gelmiş demektir. Azrail (a.s) o anda o ruhu kabzeder, alır. Ruh bu gargaraya geldiğinde kendi gideceği makamı, yeri görmeden çıkmaz. Eğer gideceği yer iyi bir yerse sevincinden gözleri sulanır gibi olur. Alnı hafif terler. Simâsı güzel bir hal alır. Sanki arzular gitmeyi. Ama gideceği yer iyi değil de kötü bir yerse; anormal bir hal alır. Renkten renge girer. Gideceği yerin kötülüğünden mütevellid bir sıkıntı ve tedirginlik yaşar, gidesi olmaz sanki. Allah hepimizi böyle bir hale düşmekten korusun. Âmin.
Azrail (a.s) o ruhu aldığında, bir lâhza dahi onun elinden o ruhu bırakmazlar, böyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem. Tabiî Azrail’in (a.s) karşısında iki kısım melekler durur. Bu meleklerden bir kısmının giysileri siyahtır, diğerlerininki ise beyazdır. Tabii bu melekler o ruhun hangi kısma verileceğini bilmezler. Eğer son anda imân üzere gitmişse, beyaz giysili melekler o ruhu Azrail’in (a.s) elinden alırlar, kefenlerler. Ve o ruhu yukarıya, gök âlemine doğru çıkarırlar. Fakat bu ruh öyle bir ruhtur ki vardığı yerde misk gibi kokular çıkarır, meydana getirir. Bu ruh çok güzel bir nur ile, bir koku ile gitmektedir. Her gök kapısı açıldığında bundan haz duyarlar. Bazen de o ruhta fevkalâde bir hal olur ki, böyle olan ruhlar üzerine de o melekler izin alıp cenaze namazı kılarlar. O ruhtan şeref bulmak için. Artık nereye kadar çıkacaksa çıkar. Neticede muayyen bir yere varır. Orada ruhların tesbiti vardır. Bu ruh oraya çıktığında, oradaki ruhlar bu ruha hücum eder. Yani gelirler. Sanki senelerdir beklenen bir kişi geldiğinde ona karşı nasıl ilgi gösterilirse, bu ruha da öyle ilgi gösterirler. O ruhlar, yeni gelen ruhun yanına gelirler ve çok çeşitli sorular sorarlar. Dünyadakilerin hal ve durumlarını inceden inceye sorarlar. Falan kişi ne oldu. Falan kadın evlendi mi?.. böylesine kardeşvâridirler… İşte sordukları bir kişiyi, o ruh, bu kimse benden evvel öldü der. O ruhlar bakarlar ki o ölen kimsenin ruhu oraya varmamıştır. Oraya varmayınca o ruhlar: “Heyhat! İnna lillahi ve İnna ileyhi raciun.” Yani onun anası haviyedir, cehennemdir, derler. Ve çok üzülürler. Ne yazıklar olmuş, ne kerih bir anadır haviye derler. O ruhlar, o yeni gelen ruha daha birçok şeyler sormak istediklerinde, o ruhu götüren melekler fazla meşgul etmeyiniz, daha bu ruhun işlemi bitmedi, derler. O ruhun gideceği yer tesbit edilir. Cenab-ı Hakk nereye lâyık gördü ise oraya yerleştirilir. Sonra ruhu alır, geri getirir melekler. Bu saydıklarımız, ruhun alınması ile cenazenin yıkanacağı zaman arasında cereyan eden hadiselerdir. Bu ruh getirilince ceset bir tarafta yıkanmaktadır. Melek de elinde ruh, cenazenin yanında beklemektedir. O cenaze, o anda kendisini yıkayanı gâyet rahatlıkla tanımaktadır. Konuşulanları duymaktadır, suyun sıcaklığını veya soğukluğunu hissetmektedir. Cenaze defin için götürülürken ruh da naaşın üzerinde gitmektedir. Eğer ruh iyi bir halde ise gideceği yere varmak için sabırsızlanmakta ve beni çabuk götürün diye yalvarmaktadır. Fakat o ruh iyi bir ruh değilse, o ruhun sahibinin son anı kötü olmuşsa (Allahü Zülcelâl bizleri korusun) gideceği yer çok kötü olduğu için gitmek istemez ve beni nereye götürüyorsunuz? der.
KABİR ÂLEMİ; TELKİN
Netice olarak; ruh kendisini yıkayanı, tabutunu taşıyanı, kabre indireni de çok iyi bilir. Sanki o da o durumun dışındaymış gibi olur. Ama, onu kabre indirip halk geri dönmeye başladığında, bakar ve görür ki, bu vakı’a esas kendine aittir. O andan itibaren vücuduyla birlikte o ruh da orada kalır. O anda çok ağır bir sorumluluk altındadır. Zirâ vahdaniyyet Allahü Zülcelâl’e aittir… Tek başına kalmış, kendisiyle alâkalı bütün şeylerden kopmuş, ayrılmıştır. O anda onun çok ünsiyete ihtiyâcı vardır. Hemen kabrin başından ayrılmamak lâzım. Aslında Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem mezârın başında bir hayli oturur, çokça duada bulunur, mevtaya yardımcı olabilmek için Cenab-ı Hakk’tan temennide bulunurdu. Sahabeden bazıları da yanına oturur, Âyatel Kürsi, Fatiha, Âmenerrasulü okurlardı. Aslında bunları okumak çok iyidir. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabir azabından kurtulmasına vesile olacak duaları okur, bu yönde dua ederdi, ayrılmadan önce. Sonra da telkin verilirdi. Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hususta şöyle buyuruyor: Din kardeşlerinizden herhangi biri öldüğü zaman ve kabre konup üzeri toprakla örtüldüğü zaman başında bir kimse bulunsun ve telkin versin. (Bunda usul: Telkin veren ile mevtanın yüzü birbirine karşı gelecek, yani yüz yüze duracak). Ne diyecek telkinde? Aslında bu hususta muhtelif hadisler vardır. Bazı hadislerde doğrudan doğruya 3 defa “Lâ ilâhe illallah” de, diye telkin eder. Fakat şöyle bir hadis-i şerif vardır. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Telkinde karşı karşıya geldiğinizde ilân edeceğiniz şu; anasının ismiyle Ya filân ibni filâne, yani ey falânenin oğlu falân deyip biraz duraklama yapıp tekrar aynı şekilde telkin edersin, üçüncüde yine aynı hitabı tekrar edin, buyurmuştur. (Anası bilinmiyorsa Havva ismine atfedilecektir.)
Bu telkin verilirken; ilk hitabda, bu sesi duyar fehmetmez ve bir şok geçirir hale gelir. Ne dediğini duyar, ama fark edemez. Ne denmek istendiğini tam idrâk edemez. İkinci hitâbta âdeta oturur durumuna gelir. Gerçi ayakları uzatılmış haldedir. Ama bu ikinci hitabta ayaklarını çeker, yarı oturmuş bir vaziyet alır. Bu ikinci hitabı duyar ve ne dendiğini, ne denmek istendiğini fehmeder. Üçüncü hitabda kendisini tam olarak toplar. Ve telkin vereni dinler. Onun sesini duyar ve o anda telkin verene şöyle söyler. Yani;
“Beni irşad et ki Allah’ın rahmetine nail olasın.” Tabii o mevtanın bu şekilde söylediğini biz duyamıyoruz. Bu üç hitaptan sonra bizim o mevtaya söyleyeceğimiz şudur:
اذكرماخرجت عليه من الدنيا شهادة ان لا اله الا الله وان محمداً عبده ورسوله * وانك رضيت باالله رباً وباالاسلام ديناًو بمحمد صلى الله عليه تعالى وسلم نبياً ورسولاً وباالقرأن اماماً وباالكعبة قبلة
Bunları söyleyeceğiz. İşte bunları üç defa bu şekilde söylersek, o zaman münker ile nekir el ele tutuşur ve “Artık bizim burada kalmamıza, oturmamıza gerek yok” derler. Yani Allahü Zülcelâl buna hüccetine ilham vermiş ve telkin etmiştir. Demek ki Allahü Zülcelâl bunun lokmasını vermiş. Telkin, ona lokma vermek demektir. Bundan da anlaşılıyor ki: Allahü Zülcelâl dilediğinde kuluna o kabiliyeti veriyor. Çünkü ruh da beraber olduğundan, sanki hayatta imişcesine söyler ve melekler de onun vermiş olduğu cevabı duyuyorlar. Melekler onun bu haline hayret ederler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e soruyorlar: Bu mevta kendisini toparlayıp, söylenileni fehmedip, cevap verebilecek mi? Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da şu âyeti okuyor:
يُثَبِّتُ اللَّهُ الَّذِينَ آَمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآَخِرَةِ
(İbrahim/27)
Yani Rabbimiz diledikten sonra dilediği şeyi dünyada da ahirette de sebat durumuna getirir. Bu imkânı verir. Anlattığımız minvâl üzere telkin böyle yapılır.
Hepimizin duyduğu ve bildiği gibi bir de kabrin insanı sıkması olayı var. Bunun sebebi şudur: Aslında insanoğlunun tıyneti yani toprağı nereden alınmışsa o alındığı yere defnedilir. Toprağın alındığı yere iadesi, yeryüzüne iadesi vaad edilmiştir. O toprak bir annenin yavrusunu beklediği gibi, o kişiyi bekler. O kişi kendisine geldiği zaman toprak onu bir anne şefkatiyle sıkıyor, özlemişcesine... Fakat o kimse yeryüzünde hayır diye bir şey işlememişse, şer ve şürur ile gelmişse, işte o zaman o yer, o toprak onu öylesine sıkar ki kemik diye bir şey bırakmaz. Âdeta macun haline getirir. Allahü Zülcelâl hepimizi bu hale düşmekten korusun. Eğer o kimse anası durumunda olan yeryüzünde hayırlı işlerle meşgul olmuşsa, o zaman bir annenin evlâdını şefkatle sıktığı gibi sıkar.
Saad bin Muaz (r.a) çok dirâyetli bir şahsiyettir. Muaz, Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in döneminde vefat etti. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cenazesinde bulunmuş; fakat kabrinin üstünde biraz fazlaca durmuş. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu durumuna hayret etmişler. Bu hayret edenlere Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Ne hikmettir ki; Saad bin Muaz’ın ölümü karşısında arşı âlâ titredi, sallandı, sarsıldı. Cenazesinde yetmiş bin melek bulundu. Buna rağmen Saad kabrin sıkmasından kurtulamadı, buyuruyor. Tabii ki orada bulunanlar bu nasıl olur diye hayret ettiler. Ruhunun yüceliği karşısında arşı âlânın titrediği bu sahabenin, kabrin sıkmasından kurtulamayışını merak ettiklerinden bunun sebebini araştırıyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem);
كان يقذف فى بعض الطهور من البول
Taharette, bevl hususunda kusuru vardı, diyor. Hasan Basri(r.a) Saad’ın ruhu arşa vardığında arş (şeref duydu da) sevincinden sarsıldı buyurmuştur.
Cahiliyyet devrinde temizliğe fazla ihtimam edilmezdi, dikeldikleri yerde, rastgele yerde bevl ederlerdi. Oturarak bevledenleri de kadınlara benzetir ve üzerine güler, alay ederlerdi. Taharet yönünden Mescid-i Kuba ahalisi hakkında Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:
فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
(Tevbe/108)
İşte bunlar taharete çok ihtimam ettikleri için Allah onları sevmiştir.
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de bunun dışında Saad’ın bir kusuru yoktu diyor. Bu gibi kimseler böylesine küçük kusurlardan bu hale düşseler de, bu zahmeti çekseler de gelecekte temiz çıkarlar…
Aziz Kardeşlerim,
Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ölüm hakkında şöyle buyuruyor: Ölümü çok hatırlayın, ölümü anın ki bu sizin kendinize çeki düzen vermenize sebep olur. Zira hiçbir gün yoktur ki yer, toprak, kabir şöyle nida etmesin: Ben sahipsizlerin ve yalnızların eviyim. Garibanların eviyim. Topraktan mamulüm. İçimde de kurt doludur. Kabre gelen bir kimse eğer mü’min ise kabir kendisini “Merhaba, Merhaba! Hoş geldin” diye karşılar. Ve ona şöyle der: “Öyle bil ki; sen yeryüzündeki insanlar içinde benim en çok sevdiğim kişisin, sen buraya gelmeden önce haddini biliyordun. Şimdi ise benim karnıma girdin, bundan sonra benim maiyetimdesin. Kendi maharetimi, hünerimi sana göstereceğim” der ve kabir genişleyebildiği kadar genişler. Aynı zamanda cennetten de bir pencere, menfez açılır.
Kardeşlerim, işte bir mü’minin kabir hâli böyledir. Hepimizin bildiği gibi kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur. Cenab-ı Hakk hepimizi kabirde rahat eden kullarından eylesin. Âmin Ya Mûin...
Aziz Kardeşlerim,
Vefât eden kişi ile ilgili konuyu izah etmeye çalışırken, ölünün ruhu ve durumunu, ölüm anındaki hali, yıkanması ve mezara kadarki durumu, mezara konduğunda okunan telkin mevzûunu kısaca da olsa anlatmaya çalışmıştık. Aynı mevzûnun bir başka merhalesi de ölünün ruhuna Kur’an okumaktır. Biraz da bu mevzûyu izaha çalışacağız. Zira ölen kişiye karşı yapılması gereken dini vecibeler, sadece onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmekle bitmiyor. Zira bazılarının dediği gibi insan ölür, kabre konur ve çürür gider. Bu kimsenin ruhuna okunacak Kur’an’ın da bir faydası yoktur, gibi hakikat dışı, ilimden ve irfandan yoksun, İslâm’ın ruhundan uzak bu gibi görüşler karşısında bir şeyler söylemek, Kur’an ve sünnetin ışığında bir şeyler anlatmak mecburiyetimiz vardır. Rabbimizin inâyetiyle…
Siirtli Hafız Efendi - Muhammed Sıddık HEKİM
RABITA-i MEVT