29 Haziran 2016 Çarşamba
SEKERAT HALİ VE MELEK-ÜL- MEVT
Aziz Kardeşlerim;
Gelelim insanın ölüm anındaki usul nedir?… Melekül mevt (ölüm meleği), hükmü altındaki meleklerle beraber gelir. Cafer-i Sadık (r.a) buyurduğu gibi; Melekül mevt, ruhu kabzettikten sonra evde bağrış-çağrış olunca kapının halakasını tutar da:
- Bana bir bahane bulmayın, ben bir emir kuluyum. Allahü Zülcelâl’in takdiridir. Benim zûlmüm değil, ne ecelinden ne de rızkından eksiklik yapmadım. Siz sanmayın ki bu ilk ya da son gelişimdir.Nerede bir aile birikintisi var ise 5 namaz vaktinde gelir kontrol ederim.
Onun için namaz kılanların ruhunu kabzederken melekül mevt şeytanı yaklaştırmaz, bu bir avantajdır.
Melekül mevt için, ruhlarını kabzedecek olduğu tüm insanlar sanki bir sofra gibi gözünün önündedir. Vakti geldiğinde ruhu mıknatıs gibi çeker alır… Evvelâ on tane melek, ruhu ayaklarının baş parmaklarından başlamak suretiyle dizlerine kadar getirir. Diğerlerinden bazıları dizden göbeğe kadar getirir. Diğerleri de gargaraya kadar, yani boğaza kadar getirirler. İşte kulun tevbesinin kabuliyyeti, ruh bu gargaraya gelinceye kadar geçerlidir. Bu Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine tanınan bir haktır. Müsebbibi de Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) efendimizdir. İşte bu ruh gargaraya gelince makamını muâyene eder, makamını görür, yarar veya zarar. Cennet ya da cehennem. İşte can buraya gelinceye kadar yapılan tevbeler geçerlidir. Bundan sonra iman da tevbe de geçersizdir. Ruh çıkarken son nefeslerinde “hır, hır” demeye, bu şekilde ses çıkarmaya başlar. İşte o an ruh gargaraya gelmiş demektir. Ruh o hale gelince, alınmaya hazır hale gelmiş demektir. Azrail (a.s) o anda o ruhu kabzeder, alır. Ruh bu gargaraya geldiğinde kendi gideceği makamı, yeri görmeden çıkmaz. Eğer gideceği yer iyi bir yerse sevincinden gözleri sulanır gibi olur. Alnı hafif terler. Simâsı güzel bir hal alır. Sanki arzular gitmeyi. Ama gideceği yer iyi değil de kötü bir yerse; anormal bir hal alır. Renkten renge girer. Gideceği yerin kötülüğünden mütevellid bir sıkıntı ve tedirginlik yaşar, gidesi olmaz sanki. Allah hepimizi böyle bir hale düşmekten korusun. Âmin.
Azrail (a.s) o ruhu aldığında, bir lâhza dahi onun elinden o ruhu bırakmazlar, böyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem. Tabiî Azrail’in (a.s) karşısında iki kısım melekler durur. Bu meleklerden bir kısmının giysileri siyahtır, diğerlerininki ise beyazdır. Tabii bu melekler o ruhun hangi kısma verileceğini bilmezler. Eğer son anda imân üzere gitmişse, beyaz giysili melekler o ruhu Azrail’in (a.s) elinden alırlar, kefenlerler. Ve o ruhu yukarıya, gök âlemine doğru çıkarırlar. Fakat bu ruh öyle bir ruhtur ki vardığı yerde misk gibi kokular çıkarır, meydana getirir. Bu ruh çok güzel bir nur ile, bir koku ile gitmektedir. Her gök kapısı açıldığında bundan haz duyarlar. Bazen de o ruhta fevkalâde bir hal olur ki, böyle olan ruhlar üzerine de o melekler izin alıp cenaze namazı kılarlar. O ruhtan şeref bulmak için. Artık nereye kadar çıkacaksa çıkar. Neticede muayyen bir yere varır. Orada ruhların tesbiti vardır. Bu ruh oraya çıktığında, oradaki ruhlar bu ruha hücum eder. Yani gelirler. Sanki senelerdir beklenen bir kişi geldiğinde ona karşı nasıl ilgi gösterilirse, bu ruha da öyle ilgi gösterirler. O ruhlar, yeni gelen ruhun yanına gelirler ve çok çeşitli sorular sorarlar. Dünyadakilerin hal ve durumlarını inceden inceye sorarlar. Falan kişi ne oldu. Falan kadın evlendi mi?.. böylesine kardeşvâridirler… İşte sordukları bir kişiyi, o ruh, bu kimse benden evvel öldü der. O ruhlar bakarlar ki o ölen kimsenin ruhu oraya varmamıştır. Oraya varmayınca o ruhlar: “Heyhat! İnna lillahi ve İnna ileyhi raciun.” Yani onun anası haviyedir, cehennemdir, derler. Ve çok üzülürler. Ne yazıklar olmuş, ne kerih bir anadır haviye derler. O ruhlar, o yeni gelen ruha daha birçok şeyler sormak istediklerinde, o ruhu götüren melekler fazla meşgul etmeyiniz, daha bu ruhun işlemi bitmedi, derler. O ruhun gideceği yer tesbit edilir. Cenab-ı Hakk nereye lâyık gördü ise oraya yerleştirilir. Sonra ruhu alır, geri getirir melekler. Bu saydıklarımız, ruhun alınması ile cenazenin yıkanacağı zaman arasında cereyan eden hadiselerdir. Bu ruh getirilince ceset bir tarafta yıkanmaktadır. Melek de elinde ruh, cenazenin yanında beklemektedir. O cenaze, o anda kendisini yıkayanı gâyet rahatlıkla tanımaktadır. Konuşulanları duymaktadır, suyun sıcaklığını veya soğukluğunu hissetmektedir. Cenaze defin için götürülürken ruh da naaşın üzerinde gitmektedir. Eğer ruh iyi bir halde ise gideceği yere varmak için sabırsızlanmakta ve beni çabuk götürün diye yalvarmaktadır. Fakat o ruh iyi bir ruh değilse, o ruhun sahibinin son anı kötü olmuşsa (Allahü Zülcelâl bizleri korusun) gideceği yer çok kötü olduğu için gitmek istemez ve beni nereye götürüyorsunuz? der.
KABİR ÂLEMİ; TELKİN
Netice olarak; ruh kendisini yıkayanı, tabutunu taşıyanı, kabre indireni de çok iyi bilir. Sanki o da o durumun dışındaymış gibi olur. Ama, onu kabre indirip halk geri dönmeye başladığında, bakar ve görür ki, bu vakı’a esas kendine aittir. O andan itibaren vücuduyla birlikte o ruh da orada kalır. O anda çok ağır bir sorumluluk altındadır. Zirâ vahdaniyyet Allahü Zülcelâl’e aittir… Tek başına kalmış, kendisiyle alâkalı bütün şeylerden kopmuş, ayrılmıştır. O anda onun çok ünsiyete ihtiyâcı vardır. Hemen kabrin başından ayrılmamak lâzım. Aslında Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem mezârın başında bir hayli oturur, çokça duada bulunur, mevtaya yardımcı olabilmek için Cenab-ı Hakk’tan temennide bulunurdu. Sahabeden bazıları da yanına oturur, Âyatel Kürsi, Fatiha, Âmenerrasulü okurlardı. Aslında bunları okumak çok iyidir. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabir azabından kurtulmasına vesile olacak duaları okur, bu yönde dua ederdi, ayrılmadan önce. Sonra da telkin verilirdi. Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hususta şöyle buyuruyor: Din kardeşlerinizden herhangi biri öldüğü zaman ve kabre konup üzeri toprakla örtüldüğü zaman başında bir kimse bulunsun ve telkin versin. (Bunda usul: Telkin veren ile mevtanın yüzü birbirine karşı gelecek, yani yüz yüze duracak). Ne diyecek telkinde? Aslında bu hususta muhtelif hadisler vardır. Bazı hadislerde doğrudan doğruya 3 defa “Lâ ilâhe illallah” de, diye telkin eder. Fakat şöyle bir hadis-i şerif vardır. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Telkinde karşı karşıya geldiğinizde ilân edeceğiniz şu; anasının ismiyle Ya filân ibni filâne, yani ey falânenin oğlu falân deyip biraz duraklama yapıp tekrar aynı şekilde telkin edersin, üçüncüde yine aynı hitabı tekrar edin, buyurmuştur. (Anası bilinmiyorsa Havva ismine atfedilecektir.)
Bu telkin verilirken; ilk hitabda, bu sesi duyar fehmetmez ve bir şok geçirir hale gelir. Ne dediğini duyar, ama fark edemez. Ne denmek istendiğini tam idrâk edemez. İkinci hitâbta âdeta oturur durumuna gelir. Gerçi ayakları uzatılmış haldedir. Ama bu ikinci hitabta ayaklarını çeker, yarı oturmuş bir vaziyet alır. Bu ikinci hitabı duyar ve ne dendiğini, ne denmek istendiğini fehmeder. Üçüncü hitabda kendisini tam olarak toplar. Ve telkin vereni dinler. Onun sesini duyar ve o anda telkin verene şöyle söyler. Yani;
“Beni irşad et ki Allah’ın rahmetine nail olasın.” Tabii o mevtanın bu şekilde söylediğini biz duyamıyoruz. Bu üç hitaptan sonra bizim o mevtaya söyleyeceğimiz şudur:
اذكرماخرجت عليه من الدنيا شهادة ان لا اله الا الله وان محمداً عبده ورسوله * وانك رضيت باالله رباً وباالاسلام ديناًو بمحمد صلى الله عليه تعالى وسلم نبياً ورسولاً وباالقرأن اماماً وباالكعبة قبلة
Bunları söyleyeceğiz. İşte bunları üç defa bu şekilde söylersek, o zaman münker ile nekir el ele tutuşur ve “Artık bizim burada kalmamıza, oturmamıza gerek yok” derler. Yani Allahü Zülcelâl buna hüccetine ilham vermiş ve telkin etmiştir. Demek ki Allahü Zülcelâl bunun lokmasını vermiş. Telkin, ona lokma vermek demektir. Bundan da anlaşılıyor ki: Allahü Zülcelâl dilediğinde kuluna o kabiliyeti veriyor. Çünkü ruh da beraber olduğundan, sanki hayatta imişcesine söyler ve melekler de onun vermiş olduğu cevabı duyuyorlar. Melekler onun bu haline hayret ederler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e soruyorlar: Bu mevta kendisini toparlayıp, söylenileni fehmedip, cevap verebilecek mi? Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da şu âyeti okuyor:
يُثَبِّتُ اللَّهُ الَّذِينَ آَمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآَخِرَةِ
(İbrahim/27)
Yani Rabbimiz diledikten sonra dilediği şeyi dünyada da ahirette de sebat durumuna getirir. Bu imkânı verir. Anlattığımız minvâl üzere telkin böyle yapılır.
Hepimizin duyduğu ve bildiği gibi bir de kabrin insanı sıkması olayı var. Bunun sebebi şudur: Aslında insanoğlunun tıyneti yani toprağı nereden alınmışsa o alındığı yere defnedilir. Toprağın alındığı yere iadesi, yeryüzüne iadesi vaad edilmiştir. O toprak bir annenin yavrusunu beklediği gibi, o kişiyi bekler. O kişi kendisine geldiği zaman toprak onu bir anne şefkatiyle sıkıyor, özlemişcesine... Fakat o kimse yeryüzünde hayır diye bir şey işlememişse, şer ve şürur ile gelmişse, işte o zaman o yer, o toprak onu öylesine sıkar ki kemik diye bir şey bırakmaz. Âdeta macun haline getirir. Allahü Zülcelâl hepimizi bu hale düşmekten korusun. Eğer o kimse anası durumunda olan yeryüzünde hayırlı işlerle meşgul olmuşsa, o zaman bir annenin evlâdını şefkatle sıktığı gibi sıkar.
Saad bin Muaz (r.a) çok dirâyetli bir şahsiyettir. Muaz, Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in döneminde vefat etti. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cenazesinde bulunmuş; fakat kabrinin üstünde biraz fazlaca durmuş. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu durumuna hayret etmişler. Bu hayret edenlere Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Ne hikmettir ki; Saad bin Muaz’ın ölümü karşısında arşı âlâ titredi, sallandı, sarsıldı. Cenazesinde yetmiş bin melek bulundu. Buna rağmen Saad kabrin sıkmasından kurtulamadı, buyuruyor. Tabii ki orada bulunanlar bu nasıl olur diye hayret ettiler. Ruhunun yüceliği karşısında arşı âlânın titrediği bu sahabenin, kabrin sıkmasından kurtulamayışını merak ettiklerinden bunun sebebini araştırıyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem);
كان يقذف فى بعض الطهور من البول
Taharette, bevl hususunda kusuru vardı, diyor. Hasan Basri(r.a) Saad’ın ruhu arşa vardığında arş (şeref duydu da) sevincinden sarsıldı buyurmuştur.
Cahiliyyet devrinde temizliğe fazla ihtimam edilmezdi, dikeldikleri yerde, rastgele yerde bevl ederlerdi. Oturarak bevledenleri de kadınlara benzetir ve üzerine güler, alay ederlerdi. Taharet yönünden Mescid-i Kuba ahalisi hakkında Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:
فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
(Tevbe/108)
İşte bunlar taharete çok ihtimam ettikleri için Allah onları sevmiştir.
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de bunun dışında Saad’ın bir kusuru yoktu diyor. Bu gibi kimseler böylesine küçük kusurlardan bu hale düşseler de, bu zahmeti çekseler de gelecekte temiz çıkarlar…
Aziz Kardeşlerim,
Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ölüm hakkında şöyle buyuruyor: Ölümü çok hatırlayın, ölümü anın ki bu sizin kendinize çeki düzen vermenize sebep olur. Zira hiçbir gün yoktur ki yer, toprak, kabir şöyle nida etmesin: Ben sahipsizlerin ve yalnızların eviyim. Garibanların eviyim. Topraktan mamulüm. İçimde de kurt doludur. Kabre gelen bir kimse eğer mü’min ise kabir kendisini “Merhaba, Merhaba! Hoş geldin” diye karşılar. Ve ona şöyle der: “Öyle bil ki; sen yeryüzündeki insanlar içinde benim en çok sevdiğim kişisin, sen buraya gelmeden önce haddini biliyordun. Şimdi ise benim karnıma girdin, bundan sonra benim maiyetimdesin. Kendi maharetimi, hünerimi sana göstereceğim” der ve kabir genişleyebildiği kadar genişler. Aynı zamanda cennetten de bir pencere, menfez açılır.
Kardeşlerim, işte bir mü’minin kabir hâli böyledir. Hepimizin bildiği gibi kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur. Cenab-ı Hakk hepimizi kabirde rahat eden kullarından eylesin. Âmin Ya Mûin...
Aziz Kardeşlerim,
Vefât eden kişi ile ilgili konuyu izah etmeye çalışırken, ölünün ruhu ve durumunu, ölüm anındaki hali, yıkanması ve mezara kadarki durumu, mezara konduğunda okunan telkin mevzûunu kısaca da olsa anlatmaya çalışmıştık. Aynı mevzûnun bir başka merhalesi de ölünün ruhuna Kur’an okumaktır. Biraz da bu mevzûyu izaha çalışacağız. Zira ölen kişiye karşı yapılması gereken dini vecibeler, sadece onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmekle bitmiyor. Zira bazılarının dediği gibi insan ölür, kabre konur ve çürür gider. Bu kimsenin ruhuna okunacak Kur’an’ın da bir faydası yoktur, gibi hakikat dışı, ilimden ve irfandan yoksun, İslâm’ın ruhundan uzak bu gibi görüşler karşısında bir şeyler söylemek, Kur’an ve sünnetin ışığında bir şeyler anlatmak mecburiyetimiz vardır. Rabbimizin inâyetiyle…
Siirtli Hafız Efendi - Muhammed Sıddık HEKİM
RABITA-i MEVT
28 Haziran 2016 Salı
Hergün ölümü durdurulamayan yüzbin insan!
Bugün paylaşacağım sitede yeryüzünde ölenlerin anlık sayısını veriyor.Ve sürekli sayı artıyor Ne kadar sağlıklı bir site bakmak lazım ama insana DİKKATLİ OL Sende veya sevdiklerinde onların arasında olabilir.
Yaşamın, hayatın, sevdiklerinin vazifelerinin kıymetini bilmeyi ihtar ediyor.
Bugün ölen kişilerin sayısını görmek için lütfen tıklayınız
(http://www.worldometers.info/tr/)
Bediüzzaman 1930 larda hergün 30 bin cenaze ÖLÜM HAKTIR hükmünü tasdik ediyor dediği gibi şimdi bu sayı yüzbini aşmış ve birgün o sıra bize gelecek!
Sağlıcakla kalınız
RABITA-İ MEVT
Ölen hep ihtiyar mı?
"Bugünü düşünürüm..Dün geçti, yarın var mı?
Gençliğe de güvenmem..Ölen hep ihtiyar mı?"Necip Fazıl Kısakürek
* Kalbler, içi boş kaplara benzer, hayırlı olan hayırla dolu olandır.
* Şükredilen nimet bakileşir.
* Bir kimse günahını ben yapmadım diye gizlerse, yalan söylemiş olmaz, tevbe yerine geçer.
* Sevgi hep yüksekten aşağı gelir. Bir büyük zata biri, (Allahü teâlâ beni seviyor mu?) diye sormuş. O da (Sen Allahü teâlâyı seviyor musun?) demiş. Evet seviyorum deyince, Allahü teâlâ seni seviyor buyurmuş. Çünkü sevgi yüksekten aşağı gelir. Eğer O seni sevmeseydi sen Onu sevemezdin.
Kocası sevmezse hanım nasıl sevsin. Hocası sevmezse talebe nasıl sevsin. Onun için herkesi sevin. Siz severseniz onlar da sizi sever. Niye beni sevmiyorlar diye şikayet etmeyin. Siz severseniz onlar da sevmese bile severler.
* Şiddetli sel, önüne çıkanı alır götürür. Ancak bir çınarın kovuğuna girmiş saman çöpünü götüremez. O saman çöpü, çınarın kovuğunda döner durur, sel ona bir şey yapamaz. Ahir zamanda da, küfür, şiddetli sel gibi akar. Önüne çıkanı alır götürür. Ancak, imam-ı Rabbani hazretleri gibi bir ehl-i sünnet büyüğünün, böyle yüce bir çınarın kovuğuna girenleri götüremez, bunlara bir şey yapamaz. Bu büyüklerin kovuğuna girenler, yani onları sevip yollarında olanlar seçilmiş, mübarek insanlardır. Bu kimseler, neseplerinde muhakkak ya Peygamber efendimize ya da Eshab-ı kirama dayanırlar.
* Allahü teâlâ bir kuluna üç şekilde hidayet verir, müslüman yapar:
1- Ezelde sevmiş nasip etmiştir.
2- Bir kul, Allahü teâlâya kavuşmak için araştırır, Allahü teâlâ, ona bütün yolları açar, İslam’la nasiplenir.
3- Bir insana, hatta samimi olarak Allah için bir hayvana iyilik yapar, şefkat gösterirse, Allahü teâlâ, (Benim yarattığıma şefkat gösterene ben de şefkat gösteririm) der, imanı nasip eder. Allahü teâlâ, cömertleri sever... Kâfir cömerde son nefeste iman nasip olabilir.
* Dünya, dünyanın değil, ahiretin tarlasıdır. Bu öyle bir tarla ki ekiyorsun, bire on, bire 700 veriyor. Bu en azı yukarısının sınırı yok. Ancak, bu tarlaya, dünyalık ekersen koca bir hiç alırsın. Aklı olan hiç ile uğraşır mı? Bunun için bu tarlaya herkesin bir şeyler ekmesi lazım. Bu tarlada, insanların dünya ve ahiret saadetlerine kavuşmaları yani müslüman olmaları için, şunu yapmak herkese farzdır: Beden ile çalışacaksın. Bu mümkün değil ise, beden ile çalışanlara destek olup, yardım yapacaksın. Bu da mümkün değil ise onlara dua edeceksin.
* İnsan ruh ve bedenden yaratılmıştır. Nasıl ki insan bedenin hastalanmaması için ona iyi bakıyorsa ruhuna da iyi bakması, beslemesi gerekir. Ruhun gıdası dini ilimdir. Bu ilmin menbaı da, ehl-i sünnet âlimleri yani onların kıymetli kitaplarıdır.
RABITA-İ MEVT
27 Haziran 2016 Pazartesi
Milyonlarca rehber sana yol gösterse, Sen onları dinlemezsen!
Yüz yirmi dört bin enbiya, yüz yirmi dört milyon evliya ve muhakkiklerin de ahiret hakikatini kati delilleri ile; "aklen ve ilmelyakin derecesinde" ispat ettikleri bir yol, bir haber hakikatsız olabilir mi?
Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde;(R.Nur)
İnsanın, dünya hayatında en küçük bir zarardan korunmak için bir kişinin "Bu zarar olabilir" demesini dikkate alması ve yolunu değiştirmesi ya da değiştirmese de iştihanı ve keyfini kaçırmasını akıl gerektirirken, "Yüz de yüz ebedi zarar" diyen binlerce doğru ve sadık insanların ihtar ve ikazını ciddiye almaması, hakikaten düşündürücü bir durumdur.
Dünya işlerinde birisi bize "Şu işi yaparsan bir ay hapis verirler." dese, biz hemen o işten uzaklaşırız uzaklaşmasak bile o işten keyif ve lezzet alamayız, müthiş bir endişe içine yuvarlanırız. Ama yüz binlerce peygamberler ve evliyalar, küfür ve fısk yolunda değil bir ay ebedi hapis riski ve tehlikesi var, demelerine rağmen, insanların ekserisin bunu dikkate almamamsı şaşılacak bir durumdur. Aynı şekilde iman ve ibadet yolu yüzde yüz olarak insana ebedi bir cennet ve saadet kazandırıyor, denilmesine rağmen buna ilgisiz kalmak akıl karı değildir.
Küfür, ölümü yokluk ve hiçlik olarak tasvir ediyor ve sonu ebedi bir helakettir. İman ise ölümü yokluk ve hiçlik manasından çıkarıp, ebedi bir hayatın başlangıcı ve girişi şekline çeviriyor. İbadet ise cennette ebedi bir mülkü bize bahşediyor.
Öyleyse aklı başında olan bir insan, ebedi saadeti netice veren iman yolunu terk edip, ebedi cehennemi netice veren küfür yoluna sapmaz ve sapmamalıdır.
RABITA-İ MEVT
Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde;(R.Nur)
İnsanın, dünya hayatında en küçük bir zarardan korunmak için bir kişinin "Bu zarar olabilir" demesini dikkate alması ve yolunu değiştirmesi ya da değiştirmese de iştihanı ve keyfini kaçırmasını akıl gerektirirken, "Yüz de yüz ebedi zarar" diyen binlerce doğru ve sadık insanların ihtar ve ikazını ciddiye almaması, hakikaten düşündürücü bir durumdur.
Dünya işlerinde birisi bize "Şu işi yaparsan bir ay hapis verirler." dese, biz hemen o işten uzaklaşırız uzaklaşmasak bile o işten keyif ve lezzet alamayız, müthiş bir endişe içine yuvarlanırız. Ama yüz binlerce peygamberler ve evliyalar, küfür ve fısk yolunda değil bir ay ebedi hapis riski ve tehlikesi var, demelerine rağmen, insanların ekserisin bunu dikkate almamamsı şaşılacak bir durumdur. Aynı şekilde iman ve ibadet yolu yüzde yüz olarak insana ebedi bir cennet ve saadet kazandırıyor, denilmesine rağmen buna ilgisiz kalmak akıl karı değildir.
Küfür, ölümü yokluk ve hiçlik olarak tasvir ediyor ve sonu ebedi bir helakettir. İman ise ölümü yokluk ve hiçlik manasından çıkarıp, ebedi bir hayatın başlangıcı ve girişi şekline çeviriyor. İbadet ise cennette ebedi bir mülkü bize bahşediyor.
Öyleyse aklı başında olan bir insan, ebedi saadeti netice veren iman yolunu terk edip, ebedi cehennemi netice veren küfür yoluna sapmaz ve sapmamalıdır.
RABITA-İ MEVT
Ben onların yerinde olsaydım, çadırımın kazığını bile değişmezdim.
- Niye bu kadar ağlıyorsun, Allahü teâlânın takdiri böyleymiş.
- Elbette öyledir, ben ona ağlamıyorum.
- Ya niye ağlıyorsun?
- Yavrum fazla gün görmedi diye, annelik şefkatiyle ağlıyorum.
- Oğlun kaç yaşındaydı?
- 275 yaşındaydı.
- İyi ama sen buna ağlıyorsun da, ahir zamanda gelecek ümmet ne yapsın, ömürleri 50-60 sene olacak.
- Ciddi mi söylüyorsun?
- Elbette.
- Allah Allah, onlar ev de yapacaklar mı?
- Hem de kaç tane yapacaklarmış.
- Ben onların yerinde olsaydım, çadırımın kazığını bile değişmezdim.
Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, işte asıl hayat odur, keşke bu gerçeği bilselerdi. Ankebût / 64
Selam Ve Dua İle .
25 Haziran 2016 Cumartesi
Yeni nesil Rabıta-i Mevt!
Evet, ölümü düşünmenin, yeni ve kolay bir yöntemi!
Mezarlar kazmak, kabre girmek, çilehaneler yapmak vb tüm meşakketlerin alternatifi gibi görünse de acaba kimler evine yaptırabilir. Gergi tavan mezar görüntüleri..
RABITA-İ MEVT
23 Haziran 2016 Perşembe
Kıyamet Saati!
O korkunç anı yaşayacak mıyız?
Bu güzel dünyamızın kıyameti ne zaman kopacak, bu hakikatları düşünmek, hatırlamak insana kendi ölümü gibi çeki düzen veren bir Din gerçeğidir ve mugayyebat-ı hamseye (beş bilinmeyene) girmiştir.
Rabıta-i mevt
Çin Usulü Rabıta-i Mevt
Araya yüzlerce yıl ya da binlerce kilometre de girse insanoğlunun hayat karşısındaki soruları benzerliği aynılık arzediyor.
Şanghay’da kullanıma sunulan “ölüm simülatörü“nü denemek için toplananlar kuyruk oluşturuyor:
“Ölüm simülatörü” gerçekten çok ilginç. İnsana sükunet imkanı veriyor. Derin düşüncelere daldırıyor. Ben hayatın bazı sorunları üzerine düşünüyorum. Bence bu biraz farklı. Şu kapıdan içeri girdiğinizde zihninizde bazı şeylerin değişeceğini ve eskisi gibi olmayacağını göreceksiniz. Bence bu harika bir şey, yaşamaya değer.” (Lu Siwei)
Krematoryuma girmeden önce birçok kişi vasiyetini de bırakıyor.
Bir seansı yaklaşık 200 TL karşılığı olan simülasyonun adı “şinglai”, “farkına varma”, “uyarı” gibi anlamlara geliyor.
http://tr.euronews.com/2016/04/04/cin-usulu-rabita-i-mevt/
RABITA-İ MEVT
22 Haziran 2016 Çarşamba
Bu menzilden ayrıldığın gibi, dünyadan da çıkacaksın!
Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın.
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mâhiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor:
Biri, cesettir. Evet, cesedin genç iken lâtif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.
Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu, ölüm ve zevaldir.
Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddittir. Dâim-i Bâkînin zikriyle muhafazası lâzımdır.
Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir; ne ileri, ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme.
Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlikü’l-Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun: Ümitsizliği intaç eden hırs gibi.
Biri de belâ ve musîbetlerdir. Bunlar zâildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir.
Biri de, sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider; veya O'nun malı olduğundan, yine O'na rücû eder.
Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve keza, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan, vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır.
Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalaka düşer. Ve sür’at-i zevali itibarıyla, aklı başında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez.
Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez. R.Nur
RABITA-İ MEVT
Etiketler:
ayrılık,
dünya,
firak,
menzil,
nefis,
nida,
nöbet,
rabıta-i mevt,
rahmet kapısı,
selam,
takva,
yıldız,
zühd
Sela dinlerken gönlümüze düşen hüzün!
Evet Sela dinlerken gönlümüze düşen hüzün, bize ötelerden haber verir ve bir gün bizim içinde okunacak olan bu sela hazırlıklı olmamız gerektiğini bildirerek bize ölümü derhatır ettirir.
Sesli SELA
Sela duasının arapçası
Cuma ve Cenaze Namazlarından Önce Okunan Selanın Arapça Okunuşu
Sela duasının Arapçasının Türkçe okunuşu şöyledir.
Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Rasulallah!
Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Habiballah!
Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Nûre Arşillah!
Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Hayra Halgillah!
Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Seyyidel Evveline Vel Ahirin!
Vel Hamdü Lillahi Rabbil Alemin!”
Cuma ve Cenaze Namazlarından Önce Okunan Selanın Anlamı
Efendimize medhu sena dolu bu güzel duanın anlamı ise şöyledir.
Ey Allah’ın Resulü, salat ve selam senin üzerine olsun!
Ey Allah’ın Habibi, salat ve selam senin üzerine olsun!
Ey Allah’ın Arşının nuru, salat ve selam senin üzerine olsun!
Ey Allah’ın mahlukatının en hayırlısı, salat ve selam senin üzerine olsun!
Öncekilerin vede sonrakilerin Efendisi, salat ve selam senin üzerine olsun!
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah mahsustur!”
RABITA-İ MEVT
Etiketler:
beyaz kefen,
cenaze,
cuma,
çocuk oto koltuğu,
ezan,
hüzün,
kefen,
nefis,
nöbet,
ölüm nimettir,
ölüm sekeratı,
ölümsüz,
ölümü hatırlamak,
ömür tükenmek,
Peygamber Efendimiz,
pratik,
Sela,
selam
21 Haziran 2016 Salı
Ömür Tükeniyor!
Zaman, hayat, yaratılan herşey son buluyor. Ve ömür tükeniyor!
Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyevîyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.
İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır, belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir.
Halbuki, daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.
Demek, fakr ve ihtiyaçlarım, dünya kadardır.
Sermâyem ise, cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz’î bireydir.
İşte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsâl edilen hâcet nerede; ve bu beş paralık cüz-i ihtiyârî nerede? Bununla onların mübâyaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise, başka bir çare aramak gerektir.
O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, irâde-i İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberrî edip, Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine ilticâ ederek, hakikat-i tevekküle yapışmaktır.
“Yâ Rab! Mâdem çare-i necât budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyârîden vazgeçiyorum, ve enâniyetimden teberrî ediyorum.
“Tâ Senin inâyetin, acz ve zaafıma merhameten, elimi tutsun; hem, tâ Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip, bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.”
Evet, her kim ki, rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyârına itimad etmez; rahmeti bırakıp, ona mürâcaat etmez.
Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.
Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevâle mahkûmdur; sür′atle gidiyor. Hâne-i insan olan dünya ise, zulümât-ı ademe sukut eder. Emeller bekàsız, elemler ruhta bâkî kalır.
Mâdem hakikat böyledir; gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok tâlip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle mübtelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al. Nasıl ki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad eder, gecenin hadsiz zulümâtında kalır; bal arısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur, bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyâsıyla yaldızlanmış müşâhede eder; öyle de, kendine, vücuduna ve enâniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen, fânî vücudunu, o vücudu sana veren Hàlıkın yolunda fedâ etsen, bal arısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem, fedâ et; çünkü, şu vücud sende vedîa ve emânettir.
Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fenâ et, fedâ et; tâ bekà bulsun. Çünkü, nefy-i nefiy ispattır. Yani, yok, yok ise, o vardır; yok, yok olsa, var olur.
Hàlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem, o mülkü senin için güzelce muhâfaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor; yine sana hem bâkî, hem mükemmel bir sûrette verecektir. Öyle ise, ey nefsim, hiç durma! Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap; tâ beş hasâretten kurtulup, beş rıbhı birden kazanasın.
Sözler, 17. Söz, 2. Makam, s. 193-194
LÛGATÇE:
cüz-i lâyetecezzâ: Maddenin bölünemeyen en küçük parçası.
istihsâl: Üretme, ortaya çıkarma.
mübâyaa: Satın alma.
istinadgâh: Dayanak yeri, noktası.
güzerân-ı hayat: Geçen, geçici hayat.
nefy-i nefiy: Yokluğun yokluğu.
rıbh: Kâr.
RABITA-İ MEVT
Etiketler:
akşam,
batan şeyler,
beyaz kefen,
devekuşu,
durmayan zaman,
ölüm,
ölüm güzeldir,
ölüm nimettir,
ömür tükenmek,
tabut,
tefekkür,
vazife,
vefat,
zaman,
zühd
Allah Dostlarının çilehanelerde ölümü tefekkürleri!
Evet Allah Dostları çilehanelerde, açlık, meşakketlerle, yeraltındaki çilehanelerde kabri, ölümü, ahireti düşünerek nefislerini terbiye etme yöntemi uygulamışlar.
ÇİLE: Izdırap veren hal, zahmet, meşakkat, eziyet. Dervişlerin tasavvufta, ahlâkın tezkiyesi ve vicdanın tasfiyesi için kırk gün kırk gece ibadet ederek nefsi terbiye etme işi. Çile, tarikata girenin, hata sonucu olsun, olmasın ahlâkının güzelleşmesi ve gönlünün cilâlanması için, tekkelerde konulmuş olan bir çeşit uygulamadır. Gereğine göre üç, kırk, bin bir gün devam edeni vardır. Çile çekilen yere çilehâne adı verilir. Kelimenin lügat manası ise; kırk gün kırk gece temiz ve kimsenin gelip de insanı rahatsız etmeyeceği bir yere çekilip ibadet etmektir. HALVET: Arapça bir kelime olan halvet, tenha, tenhaya çekilme, yalnızlık ve yalnız kalma anlamlarına gelir. Tasavvufî bir ıstılah olarak halvet, Hak ile gizli konuşmak şeklinde tanımlanabilir. Sofiyyede halvet ise, şeyhin emir ve tensibi ile müridin karanlık ve dar bir hücreye çekilip ibâdet, riyazet, murakabe, zikir ve fikirle vakit geçirmesi yerinde kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte tekkelerde halvet, genellikle kırk gün sürdüğü için buna "erbain çıkarmak" da denir.
Çilehane nedir, nasıl yapılır?
Somuncu Babanın çilehanesi/fırını/evi - Bursa
Eşrefoğlu Süleyman Bey Camisi'nde "Çilehane"
Merkez Efendi Çilehanesi Çilehanenin, Merkez Efendi zamanında erbain çıkarmak için kullanıldığı söyleniyor.
Zemini avludan yedi metre kadar aşağıda olan çilehaneye türbenin hemen arkasından on beş - yirmi basamaklı bir merdivenle iniliyor. Burası otuz metrekarelik bir kuyu üzerine oturtulmuş küçük bir kapısı ve penceresi dışında hiçbir donanımı olmayan bir barakadır esasen. Bununla diğer çilehanelere nazaran epeyce de ferahtır. Barakayı kırmızı balıkların yüzdüğü havuz çevresini dolanan dar bir yol kuşatır. Havuzdaki suyun ayazma (Hıristiyanların inanışına göre kutsal kabul edilen şifalı su) olduğuna inanılıyor. Genelde bir tekkede olması gereken mutfak, taamhane yani yemekhane, derviş hücreleri, selamlık ve hünkar köşkü gibi müştemilata ait herhangi bir ize burada rastlanmıyor. Bugün avlu içerisinde kalan tekke haziresi büyük mezarlıkla birleşmiş durumda. Bu hazirede birçok meşhur simanın da mezarı yer alıyor. Bunların başında Şeyh Kenan Rıfai ve onun ardıllarından olan meşhur yazar Samiha Ayverdi, kardeşi mimar ve sanat tarihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi geliyor.
Tekke ve zaviyelerin 1925 senesinde kapatılmasını izleyen dönemde camitevhidhanesi, sadece cami olarak kullanılmaya devam etmiş olan tekke, 1965 senesinde bir onarım daha geçirmiştir.Bu günkü görünümünü ise son yıllarda bir kez daha yapılan restorasyon çalışmaları neticesinde kazanmıştır.
HACI BAYRAM-I VELİ CAMİİ ÇİLEHANESİ
Bayramilik’te manevi olgunluğu elde etmek üzere kırk gün süre ile insanlardan ayrılıp küçük bir çile odasında kalıp Allah’ı düşünmek, O’na ibadet etmek,O’nun isimlerini anmak, susmak, az yemek az içmek gibi uygulamalar büyük önem arzeder.Burda amaç zihnin Allah düşüncesi üzerinde yoğunlaşma yeteneği elde etmesidir.Bu uygulamanın temelinde Peygamber Efendimizin (SAV) peygamberlik gelmeden önce Hira mağarasında bir süre insanlardan uzak kalması, yine O’nun Ramazan ayının son on gününde itikafa çekilmesi vardır.
Hacı Bayram-ı Veli Camii ‘nin alt katında bu amaçla inşa edilmiş bir çilehane mevcuttur.Aşağıda çilehaneye ait kroki çizimi verilmiştir.
Mevlana Şems' e hayran
Yunustaki aşka kurban
Hacı Bayram Dede yandı buldu irfan
Maksudum sensin Allah
Konyalı Genç Osman Dede
RABITA-İ MEVT
20 Haziran 2016 Pazartesi
Ölümü seven insanlar!
Çok risalelerde(R.Nurda) gayet kat'î, şeksiz-şüphesiz bir surette, Kur'ân-ı Hakîmin verdiği nurla ispat etmişiz ki, ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden (hayat görevinin zahmetinden) bir terhistir (serbest kalış).
Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten (kulluktan) bir paydostur. Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir.
Hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine (sonsuz mutluluk makamına) girmeye bir vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan (dünya hapishanesinden) , bostan-ı cinâna (cennet bahçelerine) bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahîminin fazlından (bağışından) , kendi hizmetine mukabil (karşılık) ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis (aksine) rahmet ve saadetin bir mukaddemesi (başlangıcı) nazarıyla bakmak gerektir.
Hem ehlullahın (Allah dostlarının) bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın (hayat görevinin) idamesinden (sürdürmesinden) kazanacakları hayrat (hayırlar) içindir.
Evet, ehl-i iman (inananlar) için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet (sapkınlar) için zulümat-ı ebediye (sonsuz karanlıklar) kuyusudur.
R.Nur
Rabıta-i Mevt
Vücutta yerleşen hastalıklar, ölümün habercisi!
Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır.
Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!
Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen (sürekli) gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval (yok olma) ve firakta (ayrılıkta) yuvarlanması şahittir.
Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: "Lâyemut (ölümsüz) değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.
İşte hastalık bu nokta-i nazardan (bakış açısından) hiç aldatmaz bir nâsih (nasihatçı) ve ikaz edici (uyarıcı) bir mürşiddir (yol gösterici). Ondan şekvâ değil, belki bu cihette (yönüyle) ona teşekkür etmek, eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.
Evet, hastalık bu mânâyı bize ihtar edip der ki: "Senin vücudun taştan, demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir (oluşturulmuştur) Gururu bırak, aczini anla. Mâlikini (sahibini) tanı, vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren." Kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.
Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor. Hususan meşru (uygun) olmazsa, hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilâkis hastalıktaki mânevî ibadet ve uhrevî sevap cihetini düşün, zevk almaya çalış.
Rabıta-i Mevt
Sonbahar ve Kış Mevsimi, Ölümün habercisi!
Bahar doğumu, yaz gençliği, sonbahar yaşlılığı, kış ölümü hatırlatıyor bize.
Beyaz kefenini giyen yeryüzü gibi bizimde beyaz kefeni giyeceğimiz günü hatırlatıyor.
Sonbahar; Ağaçların yapraklarını döküp çırılçıplak kaldığı, çiçeklerin boyunlarını büküp sarardığı, güllerin solduğu, gökyüzünün güneşini yitirip içine kapandığı mevsimdir Sonbahar. Kapkara bulutların gururluca boy gösterdiği, hüzünlü yağmurların dünyayı esir aldığı mevsimdir Sonbahar. Yıldızların gökyüzünden silindiği, güneşin dünyayı ısıtmadığı, her şeyin donuklaştığı mevsimdir Sonbahar Yazın tüm neşesini bitiren, canlılığını yitiren bir mevsimdir Sonbahar. Her şeyin canlılığını yitirdiği, heyecanların kaybolduğu, ilkbaharda Mayısla başlayan şehvetli aşkların bittiği mevsimdir Sonbahar. Yaz mevsiminin sıcaklığını, canlılığını, hareketliliğini kaybettiren mevsimdir Sonbahar. Ve işte bu yüzdendir ki bu mevsimde insanın içini bir hüzün, bir kasvet çöküyor. Yaz mevsiminden ayrılmanın acısı sarıyor insanı.
Kış mevsiminin sert ve soğuk havalarından bile daha acımasızdır Sonbahar. Sahip olunan her şeyi yaprak dökümü gibi alıp götürür. Adı üstünde Son Bahar. Baharın sonu.
"... hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefât etmiş insanın bakıye-i âsârı dahi vefât edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile, Kahhâr-ı Zülcelâlin celâlli tasarrufâtını ilân eder." R.Nur
Rabıta-i Mevt
Etiketler:
beyaz kefen,
idam,
ihtiyarlık,
iman,
insan,
kış,
mevt,
ölüm,
risale,
sekerat,
tabut,
takva,
tefekkür,
terhis,
zaman
18 Haziran 2016 Cumartesi
Peygamber Efendimizden (SAV) tefekkür-ü mevt
Videoyu seyretmek için tıklayınız.
Kur’an ve Sünnet’te emredilen rabıtalardan biri de ölüm rabıtasıdır. Kur’an’da insanı dehşete düşürecek, hayrete sevkedecek ölüm halleri, kıyamet sahneleri ve ahiret manzaraları anlatılmaktadır. Bunlarla kalp dünyadan çekilip ebedi ahiret yurduna yöneltilmek istenmektedir. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Abdullah b. Ömer’e: “Kendini ölmüş ve kabre girmiş say.” (Tirmizî, Ahmed) buyurarak ölüm rabıtasını tavsiye etmiştir. Bu rabıta ile insanın dünyanın boş sevgi ve zevklerinden çekilip ebedi ahiret güzelliklerine yöneleceğini, gafletin gidip kalbin dirileceğini ve günahlardan temizleneceğini haber vermiştir. (Tirmizî, Nesaî, Münavî, Beyhakî)
Etiketler:
Allah,
amel,
çocuk oto koltuğu,
devamlılık,
diriliş,
ensar,
hadis,
ibadet,
kabir ziyareti,
kıyamet,
kur'an,
Peygamber Efendimiz,
pratik,
rabıta-i mevt,
selam,
tabiin,
tefekkür,
uhud
Bediüzzaman'dan rabıta-i mevt
Ey bu notaları dinliyen dostlarım ! Biliniz ki; ben hilaf-ı adet olarak, gizlemesi lazım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru ve niyaz ve münacatını bazen yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü Rahmet-i İlahiyyeden rica etmektir.
Evet kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kafi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte önüç sene (Haşiye) evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Saidin gülmeleri, yeni Saidin ağlamalarına inkılab edeceği hengamda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahiyle uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz, arabi yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meali şudur ki:
Ey Rabb-ı Rahimim! ve ey Hâlık-ı Kerimim ! Benim su-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zâyi' olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahade göre göre gayet sür'atle, sağa ve sola inhiraf etmiyerek, ihtiyarsız bir tarzda vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dar-ı faniden, firak-ı ebedi ile ebedül-abad yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.
Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dar-ı dünya da kat'i bir yakin ile anladım ki; hâliktir gider ve fanidir, ölür. Ve bilmüşahede içinde ki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkardır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse yüz tokat vurur.
Ey Rabb-ı Rahimim ! Ve ey Halık-ı Kerimim ! كُلُّ اَتٍ قَرِيبٍ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki;yakın bir zamanda ben kefenimi giydim; tabutuma bindim; dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip gider
Sh:»(S.N: 153)
ken, senin dergah-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim:
" El aman el-aman! Ya hannan!
Ya Mennân! " Beni günahlarımın hacaletinden kurtar!
İşte kabrimin başına ulaştım; boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergah-ı Rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum:
El-amân el-amân ! Ya Hannan! Ya Mennan!" Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle! İşte kabrime girdim; kefenime sarıldım. Teşyi'ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum.. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce' ve mence' yok. Günahların çirkin yüzünden ve ma'siyetin vahşi şeklinden ve o mekanın darlığından bütün kuvvetimle nida edip;
" El-aman el-aman ! Ya Rahman ! Ya Hannan! Ya Mennan! Ya Deyyan ! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar; yerimi genişlettir.
İlahi! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten-lil-Alemin olan Habibin, senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum.
Ey Halık-ı kerimim ve ey Rabb-ı Ralimim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin; hem asi, hem aciz, hem gafil, hem cahil, hem alil, hem zelil, hem müsi", hem müsin, hem şaki, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergahına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor... Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor... Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer Kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o senin şanındır. Çünki Erhamürrahiminsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim ? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki; dergahına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki , ona iltica edilsin!...
Bediüzzaman
Rabıta-i Mevt
17 Haziran 2016 Cuma
Eski Pehlivan Cuma Dedenin Son evi (Rabıta-i Mevti)
Kahramanmaraş'ta duvar ustası 35 torun sahibi 72 yaşındaki eski pehlivan, ölümü hatırlayıp günah işlememek için arazisine kendi mezarını yaptı.
Ölmeden Arazisine Mezarını Yaptı
Kahramanmaraş'ın merkez Dulkadiroğlu ilçesine bağlı Baydemirli Mahallesi'nde duvar ustalığı yapan 35 torun sahibi 72 yaşındaki Cuma Altun, ölümü hatırlayıp günah işlememek için arazisine kendi mezarını yaptı. "Eşime benimkinin yanında bir mezar yaptırmak istiyorum ama o korkuyor. Sonra ona da bir mezar yapacağım" dedi.
35 TORUN SAHİBİ
Merkez Dulkadiroğlu İlçesi'ne bağlı Baydemirli Mahallesi'nde yaşayan 7'si sağ, 14 çocuk ve 35 torun sahibi 'Divdik' lakaplı Cuma Altun, ölümü hatırlattığı ve günah işlemekten vazgeçirdiği düşüncesiyle evine 400 metre uzaklıktaki arazisine kendi mezarını yaptı. Eski pehlivan da olan Cuma Altun, 700 liraya mal olan mezarını her gün ziyaret edip temizliyor.
"700 LİRAYA MAL OLDU"
İsmini ve doğum tarihini yazdırdığı mermer taşın önünde oturarak dua eden Cuma Altun, mezarını bir haftada yaptığını belirterek, "48 sene duvar ustalığı yaptım. Mezarımı 700 liraya yaptım, benim ölümümü bekliyor" dedi.
"SON EVİM"
Cuma Altun, komşuları ve akrabalarının mezarı görünce kendisine güldüklerini ancak daha sonra anlayışla karşıladıklarını belirterek şunları söyledi:
"MEZARIMI GÖRDÜKÇE İÇİME BİR FERAHLIK GELİYOR"
"Önce şaşırdılar, bana güldüler. Mezarını yapan bir insan, günah işleyecekse aklına ölüm geliyor. 'Ya rabbim beni doğru yola gönder' diyorum ve geri dönüyorum. Mezarımı bunun için yaptım. Mezarımı gördükçe içime bir ferahlık geliyor. Bu mezar benim son evim, son memleketim, son vatanım."
Etiketler:
Allah,
ayet,
çocuk oto koltuğu,
diriliş,
gece ihtiyarlık,
gençlik,
güneş,
kabir,
kahramanmaraş,
ölmeden mezar,
ölüm güzeldir,
ölümü hatırlamak,
Peygamber Efendimiz,
pratik
İbrahim (A.S)'ın rabta-i mevti (ölümü düşünme yöntemi)
Hz. İbrahim, muhatablarını müşahede aleminden hareketle mücerred bilgiye ulaştırmak, kavminin batıl inançlarını çürütmek için bunları göstermek, putların yaratıcı olamayacaklarını anlatmak ister. "Üzerine gece basınca İbrahim (a.s.) bir yıldız gördü. Bu(mu)dur, rabbim? dedi. Yıldız batınca 'batanları sevmem' dedi. Ay'ı doğarken görünce, 'budur, rabbim' dedi. O da batınca 'Rabbim, bana doğruyu göstermeseydi, elbette doğru yoldan sapan topluluktan olurdum.' dedi. Güneşi görünce 'budur rabbim, bu daha büyük' dedi. O da batınca şöyle dedi:'Ey kavmim ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.' Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan Vareden'e çevirdim ve artık ben ona ortak koşanlardan değilim."' 19 Aslında O, kavmine kâinatın zevalini anlatıyordu. Fani şeylerin yaratıcı olamayacağı gibi, hakiki manada sevgiye de değmeyeceğini vurguluyordu. Zira insan kalbi ebediyeti arzu eder. İnsan fıtratı da bu fani ve zevale mahkum kâinat karşısında bütün gücüyle "Fânileri sevmem" diye haykırır.
Bunun ardından ne zamanki Ay'ı doğarken gördü, aynı mânâ ile bu benim rabbim ha! dedi. Bu da batınca hem rabbine olan imanını açıklayarak "bu benim rabbim" sözlerinin benimseme olmayıp, hasmı susturma ve reddetme olduğunu anlatmak, hem de, her an Rabb'ına olan ihtiyacını itiraf etmek suretiyle hidayetini nasip ettiğine teşekkür etmek için dedi ki: Hiç şüphe yok Rabb'ım bana hidayet etmese, ben de muhakkak o sapıklar güruhundan olacaktım. Çünkü bütün mesele, ruh ve cismin, iç ve dışın birleştiği bir ân içinde ortaya çıkan bir duygu ve idrake dayanıyor. Bu, görüş ve gösteriş olmaz veya fâni olanı ebedî zannetmek gibi bir isabetsizlik oluverirse sapıklık muhakkaktır. Ve birden bire Ay'ın parlaklık ve çekiciliğine kapılıvermek de hayli zor. Şu halde doğru ve isabetli olan, akıl ve idraki veren Allah Teâlâ'nın bir anlık başarılı kılması ve hidayeti olmasa, karanlıktaki insanlık Ay'a da tapacak, yıldıza da tapacak, puta da tapacak.
Bundan sonra ne zaman ki Güneş'i doğarken gördü. Ve üzerindeki gecenin karanlığı tamamen açılıp gündüzün sabahına erdi. Bu benim rabbım ha! Bu hepsinden büyük, dedi. Ve daha büyük bir tariz (taşlama) yaptı. Sonra bu da batınca, muhakkak ben, sizin Rabbime ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
Ben hanif, tertemiz bir Allah'ı birleyici olarak bütün varlığımla, yüzümü bütün içeriğiyle şu gökleri ve yeri yaratan yüksek ve kudsî zata döndürdüm. Ve ben, müşriklerden değilim, dedi. İleriden beri müşriklere asla iştirak etmediğini açıklayarak, tevhide kesin inancını ilan etti ve Hanifliği de ispat ve takrir eyledi.
(Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur'an Dili)
Bismillahirrahmanirrahim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
فَلَمَّاۤ اَفَلَ قاَلَ لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ
لَقَدْ اَبْكاَنِى نَعْىُ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِنْ خَلِيلِ اللهِ ([Yıldız] batıp gidince, [İbrahim] ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ dedi.” En’âm Sûresi, 6:76.)
İbrahim Aleyhisselâmdan sudur ile kâinatın zevâl ve ölümünü ilân eden nây-ı لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ beni ağlattırdı.
فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُؤُنِ اللهِ
Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da o kadar hazindir; ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.
لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فِى كَلاَمِ اللهِ
İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir hakîm-i İlâhînin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.
نَمِى زِ يبَاسْت “اُفُولْدَه” گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ
Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
نَمِى اَرْزَدْ “غُرُوبْدَه” غَيْب شُدَنْ مَطْلُوبْ
Bir matlup ki gurupta gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın, kalsın!
نَمِى خَواهَمْ “فَنَادَه” مَحٍٍْو شُدَنْ مَقْصُودْ
نَمِى خَواهَمْ “فَنَادَه” مَحٍٍْو شُدَنْ مَقْصُودْ
Bir maksut ki fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?
نَمِى خَوانَمْ “زَوَالْدَه” دَفْن شُدَنْ مَعْـبُودْ
Bir mâbud ki zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?
عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، نِدَاءِ (لآَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِى زَنَدْ رُوحْ
Evet, zahire müptelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmekle meyusâne feryad eder. Ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi, لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ feryadını ilân ediyor.
نَمِى خٰواهَمْ نَمِى خٰوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرٰاقِى
İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem mufarakati!
نَمِى اَرْزَدْ “مَرَاقَه” إِيْن زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاٰقِى
Der-akap zevâlle acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez; iştiyaka hiç lâyık değildir. Çünkü zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.
أَزْاۤنْ دَرْدِى كِرِينِ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِى زَنَدْ قَلْبَمْ
İşte, o zevâl-âlûd mülâkatlar, o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki, kalbim İbrahimvâri لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.
دَرْ اِيْن فَانِى بَقَاخَازِى بَقَاخِيزَدْ فَنَادَنْ
Eğer şu fâni dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.
فَنَا شُدْ، هَمْ فَدَا كُنْ، هَمْ عَدَمْ بِِينْ، كِه اَزْ دُنْيَا “بَقَايَه” رَاهْ “فَنَادَنْ”
Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî yolunda feda et. Mevcudatın ademnümâ akıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor.
فِكْرِ فِيزَارْ مِى دَارَدْ، أَنِينِ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِى زَنَدْ وِجْدَانْ
Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp meyusâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ enîniyle mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zâileden kat’-ı alâka edip Mevcud-u Hakikîye ve Mahbub-u Sermedîye bağlanıyor.
بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ ! كِه: دَرْهَرْ فَرْد اَزْ فَانِى دُو رَاهْ هَسْت بَا بَاقِى، دُو سِرِّ جَانْ جَانَانِى
Ey nâdan nefsim! Bil ki, çendan dünya ve mevcudat fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i cemâlinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...
كِه دَرْ نَعْمَتْهَا إِنْعَامْ هَسْت وَپَسْ اٰثَارَهَا اَسْمَا بِكِيرْ مَغْزِى، وَمِيزَنْ دَرْ فَنَا اۤنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا
Evet, nimet içinde in’âm görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma geçsen, Mün’imi bulursun. Hem, her eser-i Samedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâyı bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını acımadan fenâ seyline atabilirsin.
بَلِى آثَارَهَا گُويَنْد: زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا، وَمِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا
Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy, mânâsız kalan elfâzı bilâpervâ zevâlin havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.
عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، غِيَاثِ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ
İşte, zahirperest ve sermayesi âfâkî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve heybetinden meyusâne feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbuplardan vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi.
Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ gıyâsını çek, kurtul.
چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا “جَامِى” عَشْقِ خُوىْ:
Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:
يَكِى خَواهْ، يَكِى خَوانْ، يَكِى جُوىْ، يَكِى بِينْ، يَكِى دَانْ، يَكِى كُوىْ
demiştir.HAŞİYE (Yalnız bu satır Mevlânâ Câmî‘nin kelâmıdır.) Yani;
1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.
2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.
4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar.
5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.
نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى - هُوَ الْمَطْلُوبُ - هُوَ الْمَحْبُوب ُ- هُوَ الْمَقْصُودُ - هُوَ الْمَعْبوُدُ
Evet, Câmi’, pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mâbud yalnız Odur.
كِه ”لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُو“ بَرَابَرْ مِيذَنَدْ عَالَمْ
Çünkü bu âlem, bütün mevcudatıyla, muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamâtıyla, zikr-i İlâhînin halka-i kübrâsında beraber لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُو der, vahdâniyete şehadet eder. لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ’in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbuplara bedel bir Mahbub-u Lâyezâlîyi gösteriyor. (Sözler, On Yedinci Söz)
Bediüzzaman Said Nursi
Kaydol:
Yorumlar (Atom)




































